16 Kasım 2009 Pazartesi

Bu gece itibari ile yeni bir şey daha öğrendim. Karşı cinsin nasıl tartışmada üste çıktığını ve aslında neleri gizlemeye çalıştığını. (Gerçi neleri gizlemeye çalıştıklarını öğrenemedim ama sanırım bir şeyi gizlemekteler diye düşünüyorum.)

Mevcut teknoloji henüz sokaktaki herhangi birine olay simülasyonunu yaratma olanağı tanımadığı için parça parça açıklayacağım. Zihninizde birleştirin. Parçaları oturtun. Uyarıyorum. Bu benim keşfim değildir. Bilakis bunu en son idrak eden benimdir muhtemelen. O yüzden denyo damgası yemek istemiyorum durduk yere. Uyardım benden geçti.

Faz 1:

Karşı cinsle tartışmanızda sizin adınıza olumlu gelişmeler olmaktadır. Bir yandan argümanınızı verdiğiniz örneklerle güçlendirirken, öbür yandan da karşınızdakini sıkıştırmaktasınızdır. Zafer sizindir. Mantık düzleminde olduğunuza inanırsınız ve bu heyecanla konuşmaya devam edersiniz. Siz heyecan içinde konuşmaya, çürütmeye, akın akın gelmeye devam ederken bir anda atom bombasını alnının çatına yiyen Japon milleti gibi teslim bayrağı çekmeye zorlanırsınız. Nasıl mı?
+ Bana bağırma!
Hadi bakalım açıklayın. Artık üstünlük karşı tarafa geçmiştir zira sizi savaş alanından alıp başka mecralara çekmiştir. Kurtulmaya çalışırsınız. (Bence bu fazda tartışmayı tamamlamak en iyisi olur. Beyaz bayrak güzel, beyaz bayrak datlı.)

Faz 2:

Tartışmanın ilerlediği yönün tehlikelerinden habersiz olduğunuzu varsayarak devam ediyorum. Bu durumda siz çırpınırsınız çünkü karşı taraf blitzkrieg'e başlamıştır. Beklemediğiniz yerden tartışmaya devam etmektedir. Bu kısımda sizin aslında ne kadar bencil, sıkıcı vs. (opsiyonel burası, tamamen hayalgücü) oluşunuzdan dem vurup, neden onu hedehodode sildiğinizden çıkacaktır.(hedehodoyü de herhangi bir paylaşım platformu, sanal sosyallik aparatları olarak algılayın. Bu sitelere gereğinden fazla kıymet verildiğini düşündüğümden bu örneği verdim. Silmemiş olabilirsiniz bu arada. Başka bir konuyu oraya monte etseniz de gidişat değişmeyecek. Merak etmeyin. )
Bir anda canhıraş kendinizi savunma halinde bulursunuz. "Run for your life!" diyen içgüdüleriniz sesini yükseltirken siz de kendinizi savunma halinde gerçekten sesinizi yükseltmiş olarak bulursunuz.
Başlangıçta tartıştığınız konudan eser yok değil mi? Geçmiş olsun.

Faz 3:

Burada ise mantıktan, tartışmadan eser kalmamıştır. Ortamın rengi değişmiş, adeta Dresden'e donmüştür. Siz duvarla konuştuğunuzu hissedersiniz. Karşı taraf da sizin sürekli saçmaladığınızdan, çocuk gibi olduğunuzdan, büyümeniz gerektiğinden bahsederek iyice ezmeye çalışır. Baştaki konuya dönseniz de faydası kalmamış, elli kere anlatacak olsanız bile anlamayan bir canavarla başbaşa kalmışsınızdır. Blitzkrieg bitmiştir.

İşte bu nokta kaçabilmek için en uygun noktadır. Zira burada karşı cinsin bir şey sakladığını anlayabilmek çok kolaydır. Kaçarsınız. Kurtulursunuz. Rahat edersiniz. Baştan söyleyeyim. Tutun ki kaçmadınız. Gerçekleri, bağlarınızı kopartmadan görmeniz imkansız onu da söyleyeyim. Çünkü erkeklerin aksine kadınlar muhteşem yalancılardır. İsterseler annelerinin nurtopu, babalarının Abdülcanbaz olduğunu tüm dünyaya yutturur, bizle dalga geçerler üstüne de.

Eğer bu üç fazı geçtiyseniz, karşınızdaki kim olursa olsun ilişkinizi kesiniz. Çünkü bu kadar iyi yalancıların bu kadar ortalığı tozu dumana katmaları hayra alamet değildir. Bir kere yediniz diyelim, bir ikincisini yemeyin. Çünkü ilkiyle aynı şeyi yapsalar bile siz olaya sıfırdan yaklaşacağınızdan bağı çok geç kurarsınız. Sonra ahlanıp vahlanmayın. Ucuz kurtulduğnuzu düşünüp mutlu olun.

11 Kasım 2009 Çarşamba

bu anlamsız yazıyı adayacak kimse bulamadım. hehe

tarih'i tekerrür diye ta'rîf ediyorlar;
hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?"
m. akif ersoy

şimdi şair ne de güzel söylemiş. iyi ki safahat i yazmış, iyi ki ... demeyeceğim zira insanların büyük çoğunluğunun tarihinde bile geçerli olabilen bir tespiti kendi tırt geçmişimde de kullanmaya hakkım var.
hatta öyle ki hatalarımdan kaçmaya çalışsam bile bir şekilde geri içine çekiliyor hissine kapılıyorum. gerçi ben ayak benim akıl benim, dönüp durmanın anlamı bir anlamı yok. mantıksız. aptalca.
geçmişim peşimi bırakmıyor, ühü demeyeceğim. panik yok. emo olmadım daha.
yalnız benzer iki durum içerisinde yapılan hataları anlayabilsem de, bir insanla ilgili yapılabilecek ilk hatanın talihsizlik olabileceğini anlayabilsem de, ikinci kez yapılan hatanın aptallık olduğuna inanıyorum.
ben aptalım. fındık kafalıyım. cüceyim. egzotik meyve düşkünüyüm.
yine hataya düştüm. yine "aa olabilir bak." dedim. e ilkinde ne oldu? göt gibi kalmadın mı be adam? biliyorsun sonunu. neden insanların stabil düşünceli varlıklar olduğuna inanmazsın ki? yedi'de neyse yetmiş'te de o işte. hatta salaklığını yüzüne vururcasına aynı olaylar oldu. aynısı lan!
kendimi tebrik ediyorum. bir üçüncü hatayı yapmamak için de dua ediyorum.
salak gibi anlamsız şeyler yazıyorum. anlaşılacağını umuyorum. salağım ben.

diyalog

+oğlum sanırım oyun almaya çıkmıştın paran var mı ?
-vardı baba sağol. hallettim ben.
+oğlum pazar günü sınavın var değil mi?
-bu gerçeğin farkındayım baba teşekkür ederim.
+yok hatırlatayım dedim. pazar günü sınavın olduğunu.
-baba, bana bu hatırlatmayı yaparken nasıl bir mantıksal ilerleyiş sergiledin? merak ettim de.
+yok birden aklıma geldi. ne kadar ilginç bir adam oldun sen? kötülüğünü mü istiyoruz?
-hayır koca ales sınavında başarılı olabilmem için son iki gün harıl gürül çalışmam gerekiyormuş izlenimi yaratıyorsun da.
+ne yaparsan yap yavrum. karışmıyorum sana.
-takribi 20 yaşına kadar halay çektim. bundan sonra ağacı eğmenin pek bir anlamı kalmamakta. meşe oldum ben biliyorsun değil mi ?
+hayır beni suçlama da sonra.
-sen yapabileceklerini yaptın. bırak da gerisini halledebilirsem ben halledeyim.
+iyi... ben oyuna dönüyorum.
-bekletme tabi.

11 Ekim 2009 Pazar

FW

Gecenin sadece bana kalan kısmında yeni aldığım ekranın ortasına bön bön bakmaktan başka bir şey yapmadığımı farkettiğimde bir sigara yakmaya karar verdim.

Sigaranın en rahatsız edici yönü, (Kötü kokması, ciğerlerimi dumanla doldurması, fiziki aktivitelerimde yaşadığım zorluklar rahatsız edici değil pek.) içtikten sonra elime bulaşan nikotinin gözümü kaşıdığım anda yakmaya başlamasıdır. Bu da yetmezmiş gibi sigara sadece sahte bir aktivite hissi uyandırır. Yani sigarayı yakıp gözlerimi kaşıdığım an bile ekrana bön bön bakmaktaydım, bir de üstüne allahın cezası nikotin gözlerimi yakmıştı. Sanırım o anki bakışlarım Türkan Şoray' ın buğulu bakışlarından bile daha buğulu ve anlamsızdı.

Mouse'un yanında duran mandalinaya mouse muamelesi yaparak imleci görmeye çalıştım bir süre. Sonra bunu farkedip hırsımdan mandalinayı yedim. Sonra e-mailimi kontrol etmek geldi içimden. Nedense günde en az elli kere kontrol edesim gelir zaten. Bu da sahte bir aktivitedir. Yaptığım hiçbirşeyi meşru hale getirmek amaçlı farklı bir hiçbirşey yapma hissiyatı da diyebilirim.

Ama bu sayede hayatımı değiştirmeye çalışan o forward maili gördüm. Ki gece gece bunları yazmamın sebebi de budur sanırım. Senelerdir böyle bir mail örneği görmemiştim. Şansla ilgili. Türünün olabilecek en gereksiz örneği.

Bunu oluşturan kişi (Powerpointte yazı kaydırıp duygu yüklü şarkılar ekleştiren kişiyle ya aynı kişidir ya da değildir. Herkes Powerpoint uzmanı oldu kayan yazı görünce.) yapmış olduğu şeyin çin şans kartı olduğunu iddia ediyor. Bununla da kalmayıp "ÇİN Bilgesi Şans getirir ve Frankfurt`ta Almancadan Türkçe ye tercüme edildi." cümlesiyle beni ikna etmeye çalışıyor. Burada Çinli bilgenin Almanca konuştuğunu tahayyül etmeye çalıştım. Hitler'in konuşmalarının herhangi birinde Çince konuştuğunu düşünmek kadar imkansız, komik bile olamayacak bir durum. İşin kötüsü bunun beni ikna etmesi gerekiyor. ( Ne için ikna etmesi gerektiğini söyleyeceğim.Az sonra.)

"Bu Bilge 8x Dünyayı dolaşmalı." Evet dolaşmalı ama Almanya'da durmamalı bence. Powerpoint üzerinden dünyayı dolaşabiliyorsa bu çin bilgesinin Ghost in the Shell karakteri olduğunu gösterir ki o filmde de (hatırladığım kadarıyla) Alman zenci Çinlisi diye tanım yoktu. (Başka bir filmde vardı ama. Hatırlayamadım.)
Ayrıca ben bilge olsam gider Oslo'da falan dururdum.

"Bu bir ŞAKA değil: Şansın gelecek, E-Mail veya başka bir yolla. " Şaka bile olsa üzerimdeki etkisi aynı olacağından bu kısmı atlıyorum.

"Bu mesajın bir kopyasını şansa ihtiyacı olan kimselere gönder, ama para gönderme, çünkü ŞANS para ile satın alınmaz, ayrıca bu Mesajı 96 saat ten fazla (4 gün) elinde tutma." Şair burada para dolaşımını ve çarpan etkisini azaltarak ekonomik krizi derinleştirmeye çalışıyor olabilir. Zira hükümetlerin yardım edecekleri finansal kuruluşlara para desteği sağlamak yerine bunu yollaması ilginç bir tercih olur. Ayrıca dört günden fazla tutamayacağımız için de şansı suistimal edemiyoruz galiba. (Çakala gel.)

Şimdi bahsedeceğim kısım ise ibretlik. Powerpoint dehamız burada bir Beşinci Boyut ya da Sırlar Dünyası tadı yakalamaya çalışmış.

"Peter, bu masajı 1998 yılında aldı ve Sekreterine, 20x göndermesini söyledi. Dokuz saat sonra Lotto'dan 12 Milyon DM kazandı." Burada Çinli bilge Peter'a kasık masajı yapıyor. Peter'da sekreterine 20 kişiye kasık masajı yapmasını söylüyor. Sonuçta Arena'nın kameralarından kurtulamıyorlar. Bu arada umarım Peter kazandığı parayı iyi değerlendirmiştir zira 2001'de Almanya Euro'ya geçti. (Kasık kısmını ben uydurdum. Ama masaj kısmı gerçek. Bu da ilginç aslında. )

"Josef, Memur, bu mesajı aldı, ama kimseye göndermedi.O da işini kaybetti. Bir kaç gün sonra fikrini değiştirdi,ve gönderdi,daha iyi ve paralı bir işe girdi." Kırk yıllık kabızım, bu kadar ıkınmadım. (İsme bakılırsa Alman ve Yahudi olma ihtimali bulunan bu adam memur değildir. Ya sabundur ya da tüccar. Böyle de genellerim.)

"2001 yılında, Bruno bu mesajı aldı ve sildi, üç gün sonra oğlu çok hastalandı. Sonra oğlu öldü ve kendi de hastalandı." Bu da Çinli bilgenin aslında hınzır cüce olduğunu, tehditle şantajla mailbox evreni içinde uçup kaçabileceğini gösteriyor.(Ayrıca 1998 Peter da beş parasız kaldı. DM'larını yakarak ısınıyor.)

"Bu bir gerçek. Bu Kart ŞANS getirsin diye gönderildi. ŞANS ın kapı da bekliyor." Kapıda sarhoş komşularımız var. Öbüşüyorlar.GERÇEKTEN! BÖYLE DİLLİ SALYALI! Üşenmedim sizin için baktım.

"10 Kopyasını gönder ve önümüzdeki günlerde ŞANS ıyın gelmesini bekle." Buradan da bunları üşenmeyip Türkçe'mize kazandıran kayan yazı dehasının Zonguldak köylüsü olduğunu öğreniyoruz. ŞANS ıyın ne lan! Y tuşu ile N tuşu arasında F ya da Q klavye düzeni farkı olmaksızın dağlar kadar fark var. Yanlışlıkla yazman imkansız. İbik!

"ÇOK ÖNEMLİ: Hiçbir yazıyı değiştirmeden olduğu gibi ve sana geldiği gibi gönder. BOL ŞANSLAR" Nasıl bu kadar yazım hatası ile birlikte el değmeden bana ulaşabildiğini anlamış oldum.

İlginç. Gerçekten ilginç. Öyle ki bu artifact'i bana yollayan arkadaşım forward mail işini en son yapacak ikinci insan. Daha da ilginci bunu tam olarak on insana yollamış ki bu da onun bunu hesaplı bir hareketle şans beklediğini gösterir. Sanırım kafasını ovalayıp masaj yapma zamanım gelmiş. (Hem kan gitsin biraz. Hem de saçları çok güzel kokuyor. Ne sürüyor bilmiyorum.)

(Bu yazıyı 4 dakikada 10 kişiye okutmazsan kurabiye canavarı gelir ayaklarını yalar.)

13 Nisan 2009 Pazartesi

Altı günlük tatilimin içine nasıl ettim?

Bir: Cuma günü izinliydim. Bu yüzden mukaveleyi imzalayamadım. Eh muhasebe kısmısı da hafta sonu çalışmadığı için pazartesi gününü beklemek zorunda kaldım.
İki: Cumartesi günüm verimli geçti. “Hafta içi imzamı çakar, kenardan oyuna dahil olmaktan kurtulurum.” dedim. Yüzüme renk, beynime şevk geldi. Kelebek gibi uçup arı gibi soktum.
Üç: Pazar günü panik içinde uçak yetiştirdik. Bir uçak da bana kaldı. Hallettim. Fakat günün akşamında, yeni programlar asılınca, her eğitim grubunda, sınıfta ve bilumum sosyal mekanda bulunan kendi isteği ve arzusu ile panolardaki duyuruları takip etmeyi kutsal bir görev bilmiş olan iş arkadaşlarımdan biri bana altı gün izin yazıldığını söyledi. Ben de bayram seyran olmadığını, patronun beni neden öptüğünü merak ettim. Bunu şeflerime danıştım. Benden farklı olmayan fakat özellikler itibari ile hiçbir benzerlik taşımadığımız üç arkadaşın daha patron tarafından öpüldüğünü öğrendim. E haliyle meraklı kalabalığı oluşturduk hemen. Patron olacak ulu manitunun bize pazartesi zaman ayıracağını öğrendik. Beklemeye başladık.
Dürt: Sabah-ı niyetim ulu manitu olacak patronla konuşup tatilimin kalan kısmını kullanmak ve bununla birlikte şehir dışı zorunlu işlerim için haftaya izin almaktı. Fakat sabah gelir gelmez şefin sırıta sırıta iş kitlemesi bir yana dursun , ki saygı duyarım, müdür ( müdüre konuş lafındaki müdür) bize performans sebebi ile iş eğitimine devam edecek yegane insanlar olduğumuzu ( açık tanım: diğer bir deyişle fındık kafalı cüceler, işten güçten çok goygoy peşinde koşan civelekler, carmina burana adlı şarkıda koronun arkasında şarkı söylermiş gibi yapan sahte sanat insanları…) belirtti. Konuşma(lar) sonunda dört çalışan olarak moral motivasyon adına elimizde bir şey kalmadığından “terminal iki” arazi taktiklerine çalıştık. Yeni şeyler ekledik. Yeni kuytular bulduk. Hepsinde de müdüre iyi dileklerimizi sunduk.

Buradan neler öğrendim?
Tatilin varsa ellemeyeceksin arkadaşım. Manyak mısın? Neyin peşindesin?
Tut ki meraktan elledin, o zaman da onu müdürle tartışmayacaksın. Zira adam bize verilen tatilleri kendi hayal dünyasında iş gününe çevirmekte bir beis görmemiş, bununla birlikte de bu iş günlerinden bir eğitim süreci yaratmayı başarmıştır. Bunu da bizim aleyhimize çekinmeden açıklama olarak sunmuştur. İçimizden bir babayiğit de çıkıp “Baba sen iş gününde eğitim alacaksınız demişsin ama bize tatil yazılmış. Senin bizim gibi eğitilmemiş operasyon yobazlarını eğitme şeklin bu mu? Tatilde şapkayı önümüze koyup düşünelim mi? Geçen zamanın ve eğitimlerin muhasebesini mi yapalım?” dememiştir. Çünkü o “OL!” derse olur her şey. Güneşle birlikte merkezimize doğan bu adama selam durmak gerekir. Çünkü böyle bir mantığı 5 yaşındaki bir çocuk bile güdemezken o bunu becerebilmiştir. Olmayanı oldurmuş ve adeta ölü tohuma can vermiştir. Bana da altı günden (artı 4 gün sınav izni de var bunun) kala kala sınav dahil 7 gün kalmıştır. Onu da şefimle olan seviyeli ilişkime borçluyum.
Bazı şeylerin açıklanmasını istemeyeceksin. Yukarıda yazdıklarımı duyduğum an kulaklarımda apron tıkacı veya telsiz var sandım. Baktım yoktular.
Fazla çalışmayacaksın. Kasmayacaksın. Maksimum arazi gücü olan adamlarla birlikte olacaksın. Çünkü vakti gelince onlar göz önüne de çıkarlar. Ve sen istediğin kadar tek başına uçak çevir, bir şeyler kapabilmek adına onun bunun uçağına yancı git göz önünde olamazsın. Sonra da performansın düşük, çükün kalkmıyor, yatakta on kaplan gücünde değilsin gibi nedenlerle seni eğitim kızağına çekerler. Ayrıca sözleşmeyi de vermezler. Göt gibi kalırsın aferdersin.
Bunlar da kulağıma küpe olsun. Başka bir iş fırsatı bulduğum an hala bu yerde kalma eğiliminde olursam da Monty Python tavşanları beni yesin.

11 Nisan 2009 Cumartesi

2

Daha önce anlattığım oyun adına söylemeliyim ki vır vır konuşsak da, aman abi olmadı bu desek de anlattığım grupla müthiş vakit geçirdik. Fena güldük. Tespihler havada uçuştu. Şimdi …


Kaldığım yerden devam.

Bu oyun hayatımda garip bir döneme denk gelmektedir. Bu sefer oyunu oynatan, son oyundaki Rohan şen dülgeri olan pek sevgili yastık savaşçısı ve yatak koruyucusu gr@lımızdır. Bu oyun uzun solukludur. Hatırlayamadığım bir süre arasında geçmiş, her pazarımızı çıtır çıtır yemiştir.

Karakterlere şöyle bir baktığımızda bir orman cücesi, bir tane çekik gözlü Red Sonja kılıklı hatun, bir tane kör orman korucusu (oyunun başında kör değildi bu) ve oyun kenarında ısınıp sonradan oyuna dahil olan ne idüğü belirsiz elf. Geveze ve barış güvercini (aynı zamanda sevgi yumağı) olduğunu belirtmekte fayda görüyorum.

Bu hikayede orman davşanından kel kör yaşlı dilenciye kadar her türlü fazda karakterimi geliştirmem neticesinde ortaya gayet güzel bir amca çıktı. Bıraktığımızda amca kördü, ama sesleri Daredevil misali kullanıp kendine şahane görüntüler yaratabiliyordu. İnsanların bir şeylerini de görebiliyordu aslında. Oradan kızgın mı sakin mi nedir anlaşılabiliyordu. Onu oyun boyunca anlayamadım. Tabi oyunun sonunda bir ışın kılıçlarım eksikti.

Cüce yaratığı da orman cücesi olarak üstüne leopar postu (nereden bulduysa artık) kafasına tüylü şapka geçirmiş, ağaç baltasını almış. Ormanda geziniyordu. Nasıl oldu ne bitti demeden gruba dahil oldu. O zaman gözlerim var tabi. Leopar desenini ve tüylü şapkayı görünce gülmemek elde değil. Oyunun neşe kaynağı olması dışında işlevi gruptaki gadını korumak, bana küsmek, düşmanı ısırmak gibi faaliyetlerdi.

Ortamın bıyıklı kızı (zira İTÜ’den kendileri) gadın barbar olarak karşımıza çıkıyor. Bunun da nereden çıktığını anlayamadım ama hikaye anlatıcımız bir handa tanışma klişesinden bizi kurtarmaya çalıştığı için hepimiz ormanda tanıştık. Ondan sonra bu kız pek dayanmadı. Gitti gelmedi. Kenarda ısınan yedeğimiz oyuna dahil oldu.

Buradan sonra oyunun gidişatını tümden değiştirecek olaylar zinciri gelişmeye başladı. Biz garip garip yerlere girdik. Yanımızda Gandalf kılıklı bir adam, bir tane bin kere de kessen ölemeyen lanetli insan evladı, bir tane kendini tanrı olarak görmeyen bir tanrı, bir tane de dere kenarından bulduğumuz ıslak bir kızla (geveze elf) varken dağ tepe dolaşıp orada burada savaştık. Uzunca bir süre.

Çok sevdik. Bittiğine üzüldük ama geriye dönüp baktığımda hatırladığım dümdüz şeyler beni daha çok üzdü şimdi. Keşke adam gibi bir party daha kurulsa da güzel güzel oynayabilsek.

10 Nisan 2009 Cuma

Öncelikle şu linki takdim edeyim: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=%2315942867+

Frp ile ilgili anılarımın depreşmesine neden olan link bu. Bu kaynaktan örnek alıp Lort’un uzunca bir zaman önce oynattığı oyun ile başlayıp geriye doğru giden karakter betimlemelerine başlıyorum.

İlki ve dolayısıyla en sonuncusu iki gözümün nuru canım efendim olan Meteorolojinin Efendisi Lort Von Schnee’nin oynattığı oyundur. Orta Dünya mekândır, Tolkien candır tabiatıyla.

Karakterler bir adet Gondor generali, bir adet Rohan kökenli at beyi, bir adet Gondor köylüsü ve en acısı bir adet Lossarnachlı. DM tarafında ise Gondor Gr@l’ı Sayın Aragorn Bey ile kendisine pek yakışan sevdiceği, eşi, hayat yoluna birlikte baş koymuş Arwen Hanım var.

Benim bu hikâye örgüsündeki konumum Lossarnachlı olmayı gerektirdiğinden karakterimin şekline büründüm. Bu arada Lossarnach yöresi dağlı insanlardan müteşekkil olup Orta Dünya’nın Adanalı ihtiyacını karşılayan bir bölgedir. Eh bana da İlluvatar’ın adamı olup ete göte muhabbete bayılmak kalıyor bu durumda. Hikâyeye giriş noktam birinin anama küfretmesi ve buna mukabil adamın kafasının pekmezini akıtmamla başlar.

Gondor generali kılıklı adam da bildiğin başçavuş. Karakter tanımlarken pırpırlarını unuttu. Tamamladık. Kendini Ghost Battalion’a bağlı Alman panzeri sanması ve abidik gubidik zırhlarla yarı hareket eder durumda dolaşması da cabası. Ayrıca Wilhelm bıyıklarını ve tükürük saçarak bağırmasını eklemeden edemeyeceğim. Tolkien’in gözlerinin dolduğu an bu karakterin bir insan içinde vücut bulmuş olmasıdır bana göre.

Gondor köylüsü arkadaşım da nasıl oldu bilinmez Gondordaki Ak Ağaç’ın muhafızı olmuş ama konumu gereği dal parçası versen doğru düzgün düşmana doğrultamaz vaziyette. Bir de mızrak falan taşıması iyice trajikomik olmuştur. Oyun boyunca sakin, efendi, general salyası içinde boğulmuş vaziyettedir.

Rohan at beyi ise bildiğin toprak ağasının postası. Altına at verilmiş, kafasına uzun sarı saçlar dikilmiş bir âdemoğlu. Aramızda en zararsız, ( affedersiniz ) tavşan boku kılıklı tek adam buydu. Atıyla insan, hayvan, ağaç, börtü böcek demeden ezdi her şeyi.

Oyun benim ağaç baltamla birinin kafasını yarmamla başladı. Aragorn’un kafama tespih atıp geri getirtmesiyle ve Arwen’e “Hanım bize şarap dök.” ya da “Hanım koş kılıcımı getir.” Gibi romantik kelimeler kullanmasıyla doruğa çıktı. Allah Allah nidalarıyla süren savaş sahneleriyle sona ulaştı.

Ayrıca Lort kod adlı şahsın UO’da bizi kendi emrine alıp ayı postlarını giyme emri vermesi ve akabinde “Haydi koşun ayılar!” diye haykırması muhteşemdir.

Ondan önce bir cyberpunk oynamıştım. Ama o kadar sıkıldım ki kendi karakterimi çölün ortasında keskin nişancının önüne attım. Oyunu çok hatırlayamadığım için anlatamıyorum.

Çok acılar çektim ama burada bitiyor sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Uykumun gelmediği başka bir zaman dilimi içinde devam edeceğim. Esen kalın. Mutlu kalın.

26 Mart 2009 Perşembe

Amca’nın seyir defteri

Bugün çok fenaydı. Bizi bir odaya tıktılar. İçinden ışık çıkan bir kutu vasıtasıyla ismini telaffuz dahi edemeyeceğim yabancı bir kanalın yayını olan ve içinde Türkçe konuşan Perulu insanların olduğu bir film koydular. Eskiden sinemada izlerdik. Ne oluyor ne bitiyor alamadım kendimi bir an. Orta boy, ısınan bir kutu. Üstünde Intel yazıyordu sanırım. Onun üstünde de eski televizyon markalarından birinin üreticisi olduğu ilginç bir alet. Bir yerden ışığı veriyor. Duvar pırıl pırıl oluyor. Hanıma söyleyeyim biz de alalım.
Peruluların böylesine güzel Türkçe konuşması göğsümü kabarttı ama belli etmedim. Çünkü arkadaşlarım bana çok gülüyor. Geçen uçak denen koskoca demirlerin nasıl uçtuğunu sordum. Şaka yaptığımı sandılar. Ama ciddi olduğum konusunda ısrar edince suratıma deliymişçesine baktılar. Korktum bir an. Sonra on altı kişi hep bir ağızdan gülmeye başladılar. Ama bu arada “kâmil” dediler bana. Kâmil demek olgun, akıllı, karakter sahibi insan demek olduğu için böylesine bir iltifat ile güldürüyü nasıl bağdaştırdılar anlamadım. Ben de güldüm.
Eğitimimiz zor ve yıldırıcı ama inan buna değer. Yeni bir zanaat öğrenmek gibisi yok.
Buradaki insanlar çok saygılı. Öğretmenimiz benimle çok ilgili. O da pek varlığıma inanamasa da beni iyi bir çalışan yapabilmek için canını dişine takıyor. Gençten ama benim de çocuğum yaşasaydı aşağı yukarı bu yaşlarda olacaktı. Efendi bir çocuk. Sevdim onu da.
Bizi apron dedikleri yerde sürekli gezdiriyorlar. İş arkadaşlarım benimle iken çok eğleniyorlar. Böylesine neşe dolu olmaları içimi ısıtıyor, romatizmalı kemiklerime iyi geliyor. Yer veren güzel yolcu hizmetleri neferleri de bana gençliğimi hatırlatıyor. Ah gücüm kuvvetim, bekârlık günlerim geri gelecekti de… Küçük mavi haplardan alırım olmazsa. Neyse susayım. Hanım görür kazayla. Çok belli olmamak lazım.
Yemek hazırmış. Hanım bağırdı. Şimdilik gitmek gerek yoksa şüphelenir. O zaman seyreyle gümbürtüyü. Gideyim ben en iyisi.
Allah’a emanet ol. Başka bir gün görüşmek üzere.


XOXO:)

Aslına uygun çekip çeviren : peng

18 Mart 2009 Çarşamba

Denen odur ki,
Yer hizmetleri firmalarında işe alım sürecinde harekat ile yolcu hizmetleri arasındaki eleman dağılımı zeka+tipsizlik ve daha az zeka(muzu ayırt edebilen maymundan hallice)+ muhteşem görsellik+3. boyut+canlı renkler kriterleri kullanılarak gerçekleştiriliyormuş.

İtiraf ediyorum. Ben hayatımda böyle saçma sapan bir şey duymadım. Bir süre daha bu lafı kimse tahtından edemez ayrıca. Ne alakası var lan! (Bu şahane tezi duyduğum yer hizmetleri neferi adayı da görsellikten fazla nasibini almamıştı. Ciddiyim.)

Hayır torpil deyin, bunlar ırgat, dayanıklılarından seçtiler deyin(çift öküzü muamelesi) ama bunu demeyin. Yapmayın bunu. Bana tipsiz demeyin bari be. Ben mi seçtim? Gidin patrona höykürün. Lütfen.

Not: Bir de kınayan bakışlarınızı lütfen aprona, terminale yöneltin. Ferahlayacaksınız.

15 Mart 2009 Pazar

Eğer bir gün, tek bir gün, dört başı mahmur bir güzellikle karşılaşırsam,


Sigarayı bırakacağım. Hem de o gün içerisinde. Ne kadar azap çekersem çekeyim gördüğümün yanında hiç kalacak.

Çok daha az konuşacağım. Zira dilimin ucundakileri kontrol edememek (ya da buna gerek duymamak) gibi bir sorunum var. Susmak çoğu zaman en büyük erdemdir hem.

Altında bir hile, “cheat”, pislik ve bunun gibi şeyler aramayacağım. Olduğu gibi kabul edersem ( ki etmeme gerek kalmayacak, dört başı mahmur çünkü) yeni hayatıma daha çabuk ısınırım.

Kesinlikle arkadaş olmayacağım. En azından ölçülü olmak gerek. Ne gerek var hikâyelerinin en küçük ayrıntılarına. Bir yerden sonra o dertlerin halay başı ben oluyorum. Auram müsait değil hem.

İlla ki saçmalayacağım ama bunu en az fantastik ve en kolay unutulabilecek şekilde yapmalıyım. Tut kendini be adam!

Kendimi hemen açık etmeyeceğim. Soğukkanlılık sadece Neo’ya, Batman’e ve bilumum antin kuntin kahramanın tekelinde olan bir özellik değildir. Bunu hatırlamam gerek.

Kasılmayacağım. Kan gitmiyor çünkü beynime. Eğer beynime kan gitmemesini isteseydim, boynumdan yukarısına tampon uygulardım.

Rus tanklarından bahsetmeyeceğim. Dur lan bunu ben yapmıyordum zaten.

Ola ki herhangi bir yakınlık kurarsam, daima “Bir küçük iki orta boy mango kanununu” hatırlayacağım.

“Âşık oldum ülen” diyerek pelerinimi giymeyeceğim. Panço da giymeyeceğim hiç estetik değil. Sonra boş viski şişesine dönüyor koskoca olay. Üzücü. (Viski-Baileys adlı karışıma selam olsun.)

Her söylenene ( her ne kadar inanacak olsam da) inanmayacağım. Zira günümüzde arkadaşlar bile bir sırt çiğnemek olsun, bir sırt kaşımak olsun bu tarz güzellikleri çok görüyorlar. Ayakları basmıyor, elleri iş görmüyor. Üzülerek belirtmek isterim. Sırtım ağrıyor ayrıca.

Havacılık kodu kullanmayacağım. (Ezberlemeye çalışıyorum o yüzden ağzımdan kaçabilir.)

Kaşlarımı düzelteceğim. Kartal gibi duruyorlar öbür türlü.

Kedileşmeyeceğim. O ne lan öyle miv miv!

İzafi olan durumlar için kimseyle tartışmaya girmeyeceğim.

Üstte yapacaklarımı unutmayacağım. Unutkan oldum iyice çünkü.

27 Şubat 2009 Cuma

Kuruyum!

Sevgili fazlaca ıslak ya da fazlaca kuru şehir. İki sıfattan birini tercih edebilirsin zira bu iki tamlamadan herhangi birisi seni, bünyende tatil yapan Rus vatandaşlardan daha açık tanımlıyor.
İlk paragrafa alındıysan gerisini hiç okuma çünkü sana yazdığım teşekkür notunu okuman beni pek ilgilendirmiyor.
Dün yaptığımız anlaşmaya sadık kaldığın için elimde kahve fincanım, yanımda elektrikli ısıtıcım ve ağzımın ortasında sigara olan bendeniz sana teşekkür ediyorum. Sabah beni zoraki bir Camel Trophy’e çıkarmayıp efendi gibi işlerimi görmemi sağladığın için. Sayende evden kupkuru çıkıp kupkuru döndüm.
Teşekkür ettim, efendi kişiliğimden kaynaklanır bu olay,fakat sakın götün kalkmasın.
Sevgiler, öbdüm.

26 Şubat 2009 Perşembe

Kafama dolu düştü. Acıyor.

Antalya;
Yazları asfalt üstünde insan pişirecek kadar sıcak, kışları benzinli kara taşıtları yerine kanolar ve “bireme”ler ile yolculuğa elverişli olabilecek kadar garip bir kent.
Artık kemiklerim buraya alıştı diyordum. Fakat anladım ki kemiklerimin alışması hiçbir şey ifade etmiyor. İnsanın bedenen ve ruhen bu kente alışabilmesi için zamanın ve meditasyonun önemi büyük.
Hiç işim olmadığında havaların günlük güneşlik olması ve beni boş boş Antalya’nın sokaklarında gezmeye çağırması, birkaç gün sonrasında ise sabahtan akşama kadar işlerimi halletmem gerektiğinde yirmi şelale gücünde yağmur yağması ve beni sağa sola sürüklemesi bu tespitlerde bulunabilmemde ziyadesiyle yardımcı oldu.
Aslında Zonguldaklıyım. Yağmur çamur beni bozmaz. Aksine çok severim yağmur yağarken ortalıkta dolanmayı. Salak romantik olduğum konusunda çeşitli görüşler zaman içinde kulağıma gelmişse de yağmuru sırf öyle yağdığı için severim. Bilen bilir. Tıpkı ağacın öylece durduğunda güzel olabildiği gibi.
Ve yaz yağmurlarını bilirsiniz. Şiddetlidir, hızlı yağar, takribi 10 saniye içinde donunuzdaki ıslaklığı dahi hissedemez hale gelirsiniz. Fakat geçicidir. Geçicidir diyorum. Üzerine basa basa söylüyorum ki durumun vahametini daha iyi anlatabileyim. Çünkü Antalya’da buna benzer hava olayları hem kalıcı hem de doluya çeviren cinstendir. Öyle ki ağzınızı yukarı doğru açsanız dolu taneleri sizin boğazınıza kadar girer nefes falan alamazsınız. Sabah sokağa salınan bir deneğin(Denek: Yirmili yaşlarda, sarışın, beyaz tenli, sakal bakımından fakir kalmış fakat beyin fonksiyonları orta halli tepkiler veren bir ademoğlu.) akşama doğru solungaç benzeri yapılar geliştirdiğini gözlemleyebilirsiniz. Aynı deneğin muhtemelen kafatasında da timsah pulu benzeri yapılar oluşmuştur. Ayrıca yağmur tüm gün aralıksız sürdüğü içün ara sokaklar rafting parkuruna, çevre yollarının bir çoğu da off road pistine döner ki illa “araba kullanacağım kanomu evde bırakacağım” derseniz arabanın bujileri kesinlikle banyo yapar. Unutmayın ki yolların leviathanları tırlar, bu havalarda özellikle yüksek hızda gider. Çünkü Antalya’ da tır şöförleri suları yara yara gitmeyi çok severler, çocuksu bir coşku içinde vites üstüne vites atarlar. Size de sel yüzünden sökülmüş asfalt parçalarını kafaya yemek nasiptir.
Bu yüzden onca meditasyon, onca kişisel gelişim hiç para etmedi. Alışamadım, savaş içerisindeyim.
Kış zamanı kadar yaz zamanı da saçma olan bu kentle ateşkes imzalamak istiyorum artık. Tek şartla. Benim dışarıda işim olduğu günler güzel geçsin. İşim olmadığı, evde oturup Jabba the Hut gibi tıkındığım günlerde ise yer gök bir olabilir. Dünya üzerine istediği kadar rahmet düşebilir. Ağaçlar beslenip akarsular azıp coşabilir. Tır şöförleri de Musa misali suları yara yara ilerleyebilir. Umrumda olmaz. Kahvemi içer, camdan bakarım.
Eğer kabul ediyorsan bir şimşek çaktır Olympos’un oradan da şenlenelim.