26 Şubat 2009 Perşembe

Kafama dolu düştü. Acıyor.

Antalya;
Yazları asfalt üstünde insan pişirecek kadar sıcak, kışları benzinli kara taşıtları yerine kanolar ve “bireme”ler ile yolculuğa elverişli olabilecek kadar garip bir kent.
Artık kemiklerim buraya alıştı diyordum. Fakat anladım ki kemiklerimin alışması hiçbir şey ifade etmiyor. İnsanın bedenen ve ruhen bu kente alışabilmesi için zamanın ve meditasyonun önemi büyük.
Hiç işim olmadığında havaların günlük güneşlik olması ve beni boş boş Antalya’nın sokaklarında gezmeye çağırması, birkaç gün sonrasında ise sabahtan akşama kadar işlerimi halletmem gerektiğinde yirmi şelale gücünde yağmur yağması ve beni sağa sola sürüklemesi bu tespitlerde bulunabilmemde ziyadesiyle yardımcı oldu.
Aslında Zonguldaklıyım. Yağmur çamur beni bozmaz. Aksine çok severim yağmur yağarken ortalıkta dolanmayı. Salak romantik olduğum konusunda çeşitli görüşler zaman içinde kulağıma gelmişse de yağmuru sırf öyle yağdığı için severim. Bilen bilir. Tıpkı ağacın öylece durduğunda güzel olabildiği gibi.
Ve yaz yağmurlarını bilirsiniz. Şiddetlidir, hızlı yağar, takribi 10 saniye içinde donunuzdaki ıslaklığı dahi hissedemez hale gelirsiniz. Fakat geçicidir. Geçicidir diyorum. Üzerine basa basa söylüyorum ki durumun vahametini daha iyi anlatabileyim. Çünkü Antalya’da buna benzer hava olayları hem kalıcı hem de doluya çeviren cinstendir. Öyle ki ağzınızı yukarı doğru açsanız dolu taneleri sizin boğazınıza kadar girer nefes falan alamazsınız. Sabah sokağa salınan bir deneğin(Denek: Yirmili yaşlarda, sarışın, beyaz tenli, sakal bakımından fakir kalmış fakat beyin fonksiyonları orta halli tepkiler veren bir ademoğlu.) akşama doğru solungaç benzeri yapılar geliştirdiğini gözlemleyebilirsiniz. Aynı deneğin muhtemelen kafatasında da timsah pulu benzeri yapılar oluşmuştur. Ayrıca yağmur tüm gün aralıksız sürdüğü içün ara sokaklar rafting parkuruna, çevre yollarının bir çoğu da off road pistine döner ki illa “araba kullanacağım kanomu evde bırakacağım” derseniz arabanın bujileri kesinlikle banyo yapar. Unutmayın ki yolların leviathanları tırlar, bu havalarda özellikle yüksek hızda gider. Çünkü Antalya’ da tır şöförleri suları yara yara gitmeyi çok severler, çocuksu bir coşku içinde vites üstüne vites atarlar. Size de sel yüzünden sökülmüş asfalt parçalarını kafaya yemek nasiptir.
Bu yüzden onca meditasyon, onca kişisel gelişim hiç para etmedi. Alışamadım, savaş içerisindeyim.
Kış zamanı kadar yaz zamanı da saçma olan bu kentle ateşkes imzalamak istiyorum artık. Tek şartla. Benim dışarıda işim olduğu günler güzel geçsin. İşim olmadığı, evde oturup Jabba the Hut gibi tıkındığım günlerde ise yer gök bir olabilir. Dünya üzerine istediği kadar rahmet düşebilir. Ağaçlar beslenip akarsular azıp coşabilir. Tır şöförleri de Musa misali suları yara yara ilerleyebilir. Umrumda olmaz. Kahvemi içer, camdan bakarım.
Eğer kabul ediyorsan bir şimşek çaktır Olympos’un oradan da şenlenelim.

2 yorum:

ıı dedi ki...

"Tıpkı ağacın öylece durduğunda güzel olabildiği gibi."

böyle mi düşünüyorsun?bunu söylemen süper.ihi

dedi ki...

ehehe. evet öyle düşünüyorum.